Home Sweet Home
“Bizi dinlemeye gelirsin.”
“Ya sonra?”
“Sonra bir köpek alır, evlenir çocuk yapar ve ev kurarız.”
“Sonra?”
“Her zamanki sorunlar, hayat işte…”
Döngüsel filmleri çok seviyorum, seyr-i sülukun yine
başladığı yere varmasını, nihai değişimin mekan ya da çevre değil de bilinçte
vuku buluşunu, aslında tam da döngüsel olmayan filmleri… Önce dairenin dışına
çıkmayı; öyle pergel gibi bir ayağı merkeze sabitleyip öbürünü şöylece bir gezdirmeyi
değil, bildiğiniz tepetaklak yuvarlanışı kastediyorum. Sonrası, geri dönüşü ne
kadar sıkıntılı da olsa… Neyin dışına
çıktığımı, neden içerisi – dışarısı ayrımı olduğunu ve niçin tekrardan tüm zerrelerimce
geri* dönmek isteyişimi anlamak istiyorum. Belki de kısaca Âdem olmayı, günahın
kazandırdığı bilinçle kaybettiğimin peşine düşmeyi…
İda bir nevi böyle bir yolculuğun hikayesi. Ya da boş verin İda’yı. Daha farklı bir veçheden
bakalım bu kez de yolculuk- yurda dönüş- yurtsuzluk mevhum ve hissiyatına. Frederic Chopin’in Mi minör Prelüd’üne
beraber göz atalım. http://www.ted.com/talks/benjamin_zander_on_music_and_passion
(7.15’ten itibaren başlarsanız direk prelüde geçmiş olursunuz ayrıca videonun
hepsini tavsiye ediyorum)-Eser Mi minör tonunda bestelenmiştir –yani karar
notasının mi olmasını bekleriz- Linkte piyanist Benjamin Zander’in de
gösterdiği gibi beste si notasından mi ye inişin meydana getirdiği akıştan
başka bir şey değildir. Mi ye inmek zorundadır inemediği her an, her erteleyiş
gerilimi devam ettirir. Karar notasından mahrum oluştan sudur eden ise bizim
dinlerken deneyimlediğimiz hüzündür. Müziğin başladığı yer ile geri dönmeyi
arzuladığı yerin ayniyeti, yukarıda bahsettiğim içerisi-dışarısı ve eve dönüş
meseleleriyle büyük bir paralellik arz eder. Ve yine, kararına dönen melodi
aynı melodi değildir artık; daha doğrusu önceden melodi diye bir şey de yoktu.
Seferiliğin meşakkati iledir yeni varoluş ezgisi.
Ida’ya geri dönsek mi? Yazının en başındaki konuşma, Ida’nın
cinselliği tatmasının ardından sevgilisiyle yataktaki konuşmadan. Ida’nın ‘ya
sonra’ sorusuna verilebilecek en yüce cevabın çocuk yapıp ev kurmak oluşu,
hayatın kırılganlığını ve kalbi mutmain edebilecek muhtevadan yoksunluğu en
acı bir biçimde gözler önüne serer. Zira “ya sonra” ebediyete matufken “evlenip,
çocuk yapmak” yokluğa matuftur- unless o çocuğu ve eşinizi öbür dünyanızla
anlamlandırmış olun.
Ne yapacaktı İda zihni bekayla meşgulken? Uyandı erkenden,
giyindi tesettürünü ve yolunu tuttu manastırın.
Bütün bunlar
manastırdan çıkmadan mümkün müydü? Belki heybesine ızdırabı çok çetin bir
günahı ekledi. Bununla birlikte bence asıl o zaman inanç, günah ve tövbe İda’nın
kalbinde hakiki mevcudiyetlerini kazandılar. Manastır onun kaybettiği evi oldu.
İnanmak dünyaya öyle bir açıdan bakmaktır ki dünya bizatihi yokluktur.
Ve öyle bir açıdan bakmaktır ki, yaşam, bekadaki güzelliğin ve hazzın numune ve
temsillerini muhteva etsin.
Şehvet boşu boşuna değil, müzik de öyle.
İslamı ve inancı tam anlamıyla fehmetmek için kimseye günahı
tavsiye etmiyorum tabii ki :). İda bir kurgu. Bizler zaten istemediğimiz kadar
günahın içerisindeyiz. Evimizde(Cennet) doğmadık Hz. Âdem dedemiz gibi.
Sadece sınırları ve dışarısını bilmenin, sınırın çevrelediği muhtevayı da bilmek
adına çok mühim olduğunu vurgulamak istiyorum.
Nasip olursa bir sonraki yazımda, tahayyül-gerçeklik,
diminishing marginal utility, ve rasyonel bir eylem olarak inanmak meseleleri
üzerine yazmak isterim.
Chopin benim love at first sight’ımdır ona göre. O videoyu
da şiddetle ama şiddetle tavsiye ediyorum.
Bu arada metnin başında döngüsel filmlerden bahsetmiştim.
Beni derinden etkileyen bir diğeri: "Spring, Summer, Autumn, Winter, Spring"
İbrahim
Çıkrıkçıoğlu