21 Şubat 2015 Cumartesi

7. Mühür - Ingmar Bergman üzerine bir karalama

 7. Mühür üzerine
Sizi rahatsız etmeye geldim” – Ali Şeriati
“İnsanın Tanrı ile olan ilişkisini ele almayan tüm dramatik yapıtlar önemsizdir.” - Eugene O’Neill
“İnanç taşıması zor bir yüktür, Ne kadar yüksek sesle
çağırırsan çağır karanlıktan sıyrılıp hiç
gelmeyen birini sevmek gibi.” – Antonius Block
 Haçlı Seferleri daha yeni sonlanmıştır, üçer beşer dönmektedirler şovalyeler ve yaverleri memleketlerine. Hayal kırıklığı, yılların savaş yorgunluğu,açlık ve sefalet… Ne büyük hayallerle dönerler ülkelerine askerler fakat karşılarında Avrupa nüfusunun yaklaşık yarısını yok eden vebayı bulurlar. Terk edilmiş köyler ve cesetler, vebanın faturasını günaha ve cadılara kesen kilise, kıyamet tellalları ve bütün bu felaketlerden kendilerini kilisenin kollarına atarak medet uman ya da meyhanelerde demlenen insanlar filmin tarihsel bağlamının en keskin ve pesimist hatlarını teşkil ederler. Hiçbir yaprağın ondan habersiz düşmediği herşeyi idare eden ve belirleyen tanrı telakkisi, vebanın da çok büyük etkisiyle yavaşça silinirken yerine çarkı felek (wheel of fortuna) yani kişiye isabet eden musibetlerin yahut zenginliklerin rastgele (contingent) meydana geldiğini ifade eden seküler kader anlayışı geçer. Bununla birlikte tarihsel bağlamı söz konusu iç karartıcı tabloyla sınırlamak hatalı olur zira tam da bu karamsar tablonun arkasında filizlenen ve zamanın insanlarına Decameron gibi eserler yazdıran zevk ve hazzı merkeze koyan Weltanschauung da dönemin önemli unsurlarından biridir. Zaten doğanın yumuşacık kucağında hayatlarını idame ettiren, her türlü kötülük ve hastalıktan uzak sadece ana tutunmaya çalışan ve refleksiv düşünceye hiç bulaşmayıp ölümü aklına bile getirmeyen Jof ,Mia ve Mikael’den müteşşekkil akrobat aile, dönemin az önce zikrettiğim haz merkezli dünya görüşünün hakiki tecessümü olarak okunabilir.
Bütün bu fikriyat ve hadiseler sarmalı içerisinde boğuşan şovalye Antonius Block’un felsefi mücadelesidir Yedinci Mühür. Ölüm ona bir satranç maçı kadar ek süre tanımıştır ısrarı üzerine. Bu süre zarfında, şovalye kah kiliseye gider günah çıkartmaya kah Jof’un ailesi ile birlikte vakit geçirerek onların her türlü dert ve tasadan azade yaşamlarına gıpta ile bakar. Emin olduğu tek düşünce ise Tanrı’nın varlığına hiçbir zaman gönül rahatlığı içerisinde inanamayacağı, Ona dokunamayacağı ve sırf da bu yüzden hayatın anlamsız bir uğraşlar dizisi olduğudur.İnkar edilemeyecek  tek gerçek olan ölüm ise sabırla bekler kurbanını. Vakit geldiği zaman yani Kuzu yedinci mühürü açınca Ve yedi melek ellerindeki yedi borazanı çalmaya başlayınca” tüm haşyetiyle kavrayacaktır Antonious’u, sürecektir uzaklara; yani dosdoğru hiçliğe…
Hiçliğin içine kendimizi fırlatmadan evvel Antonius’un, sorularına cevap aradığı kurumları, hayat tarzlarını mercek altına almanın, bileşenlerine ayırmanın cevapların niçin mutlak olmadığını ve üretilen çıkış yollarının aslında beraberinde birtakım çelişkileri de getirdiğini yakalayabilmek açısından önemli olduğunu düşünüyorum.

Kilise mesela. Veba’yı Tanrı’nın günahkar ve şehvet dolu insanlar üzerindeki laneti addeden kurtuluş reçetesini biteviye ibadet, tövbe, istiğfar ve nefsi öldürmede gören fakat bir türlü Tanrı’nın merhamet vechesini göremeyen, göstermeyen kilise… Bergman’ın çizdiği kilise tanrısı trajikomik bir biçimde belki de tanrılıktan en uzak mesafede durandır, en profanlaşan, dünyevileşen ve maddeleşen. Filmdeki bakış açısıyla ifade etmek gerekirse insanların varoluş korkularını suistimal eden ve bu korkuları bir şekilde kendisine kanalize  eden kilisenin bazı kişilerin diğerleri üzerinde iktidarlarını tahkim etmesine yarayan korku imgesinin adıdır Tanrı. Malesef filmde resmedilen kilise, Antonius’un metafizik fikriyatına müdahale edebilecek derinlik ve anlayıştan fersahlarca uzaktır.

“Bir kafatası, çıplak bir kadından
daha ilginçtir, düşünürler ve düşündükçe daha da korkarlar.
Sonra da rahiplere koşarlar.”

Peki, dünya hayatını mütemadiyen nehyeden “memento mori” telakkisinin karşısında konumlanan ve hayatın her anını olumlayan Jof, şovalyenin sorularına bir cevap üretebildi mi? Jof’un hiç öyle bir derdi olmadı ki. Onun felsefisi “ben varken ölüm yok ölüm varken ben yokum” şeklinde özetlenebilir. Bununla birlikte söz konusu yöneliş disiplinli bir “felsefi” süreçten de geçmemiştir. O hep öyleydi ve ölüm onu gelip alıncaya kadar sevgi ve coşkuyla yaşayacaktı. Filmin belki de felsefi açıdan en ipucu verici kısmı Jof’un Bakire Meryem ve İsa’yı görmesiydi. Ahlakı düşünmeden ahlaki yaşayış ve sevgi merkezli bir hayatın Bergman tarafından dini bir simge ile taçlandırılışı Bergman filmografisinde dünyevi sandığımız şeylerin aslında uhrevi yorumlara da açık olduğunu gösterir.

“Burada sen ve kocanla otururken, tüm bunlar gerçekliğini kaybediyor,aniden önemsizleşiyor.Bu anı hep hatırlayacağım, sessizliği ve alacakaranlığı yaban çileklerini, süt çanağını,akşam ışığında yüzlerinizi…”

Ne olursa olsun, şovalye sadece imrenmesiyle kalır zira ruhunda azıcık felsefi zehir taşıyan birinin, katıksız haz eksenli düşüncenin ölüm karşısındaki naifliğini idrak edememesi neredeyse imkansızdır.Bergman adım adım sürükler onu ölüme. Ne reddeder tanrısını ne de canıgönülden inanır ve son ana dek arafından kurtarmaz onu.

“İçimdeki Tanrı'yı neden öldüremiyorum O'nu kalbimden atmak istememe ragmen?.”
              
       Bergman rahatsız edici bir kişiliktir;o, günün telaşı ve koşuşturmacası içerisinde olanların, her seferinde farklı bir maskeye bürünüp mola vermeden yolculuk edenlerin, kısaca yalancıktan yiyenlerin içenlerin ve sevişenlerin rahatını kaçırmak ister ve başarılı da olur – eğer Bergman filmlerini izleyenlerin zaten rahatsız kişilikler olduğunu söylersek orası ayrı tabii.
Yahut paradoksal bir biçimde ömrü boyunca soru sorup hiçbirinin de cevabını alamayan varlık sancısının kronikleştiği, gülümseme kaslarının paydos ettiği kişiliklere Jof ve Mia gibi yaşamasını, akıp giden her saniyenin idrak edilmesini ve lügattan ölüm tanrı gibi kavramların silinmesini mi salık verir? Bergman’da sorular boldur cevaplarıyla birlikte fakat cevaplar da subjektif inanca dayalı ve dayanaksızdır. Her yöneliş sisli, varlık sancısına karşı giyilen her kostum yamalıdır. Hiçbir beylik cümle nihai değildir, azıcık eşelendiğinde çelişkiler hemencecik su üstüne çıkıverir çünkü.                                                                                              İbrahim Çıkrıkçıoğlu