7.
Mühür üzerine
“Sizi rahatsız
etmeye geldim” – Ali Şeriati
“İnsanın Tanrı ile olan ilişkisini ele almayan tüm
dramatik yapıtlar önemsizdir.” - Eugene O’Neill
“İnanç taşıması zor bir yüktür, Ne kadar
yüksek sesle
çağırırsan çağır karanlıktan sıyrılıp hiç
gelmeyen birini sevmek gibi.” – Antonius Block
Haçlı Seferleri daha yeni sonlanmıştır, üçer
beşer dönmektedirler şovalyeler ve yaverleri memleketlerine. Hayal kırıklığı,
yılların savaş yorgunluğu,açlık ve sefalet… Ne büyük hayallerle dönerler ülkelerine
askerler fakat karşılarında Avrupa nüfusunun yaklaşık yarısını yok eden vebayı
bulurlar. Terk edilmiş köyler ve cesetler, vebanın faturasını günaha ve
cadılara kesen kilise, kıyamet tellalları ve bütün bu felaketlerden kendilerini
kilisenin kollarına atarak medet uman ya da meyhanelerde demlenen insanlar
filmin tarihsel bağlamının en keskin ve pesimist hatlarını teşkil ederler.
Hiçbir yaprağın ondan habersiz düşmediği herşeyi idare eden ve belirleyen tanrı
telakkisi, vebanın da çok büyük etkisiyle yavaşça silinirken yerine çarkı felek
(wheel of fortuna) yani kişiye isabet eden musibetlerin yahut zenginliklerin
rastgele (contingent) meydana geldiğini ifade eden seküler kader anlayışı geçer.
Bununla birlikte tarihsel bağlamı söz konusu iç karartıcı tabloyla sınırlamak
hatalı olur zira tam da bu karamsar tablonun arkasında filizlenen ve zamanın
insanlarına Decameron gibi eserler yazdıran zevk ve hazzı merkeze koyan
Weltanschauung da dönemin önemli unsurlarından biridir. Zaten doğanın yumuşacık
kucağında hayatlarını idame ettiren, her türlü kötülük ve hastalıktan uzak
sadece ana tutunmaya çalışan ve refleksiv düşünceye hiç bulaşmayıp ölümü aklına
bile getirmeyen Jof ,Mia ve Mikael’den müteşşekkil akrobat aile, dönemin az
önce zikrettiğim haz merkezli dünya görüşünün hakiki tecessümü olarak
okunabilir.
Bütün bu fikriyat ve hadiseler sarmalı içerisinde boğuşan şovalye
Antonius Block’un felsefi mücadelesidir Yedinci Mühür. Ölüm ona bir satranç
maçı kadar ek süre tanımıştır ısrarı üzerine. Bu süre zarfında, şovalye kah
kiliseye gider günah çıkartmaya kah Jof’un ailesi ile birlikte vakit geçirerek
onların her türlü dert ve tasadan azade yaşamlarına gıpta ile bakar. Emin
olduğu tek düşünce ise Tanrı’nın varlığına hiçbir zaman gönül rahatlığı
içerisinde inanamayacağı, Ona dokunamayacağı ve sırf da bu yüzden hayatın
anlamsız bir uğraşlar dizisi olduğudur.İnkar edilemeyecek tek gerçek olan ölüm ise sabırla bekler
kurbanını. Vakit geldiği zaman yani “Kuzu yedinci mühürü açınca Ve yedi melek
ellerindeki yedi borazanı çalmaya başlayınca” tüm haşyetiyle kavrayacaktır
Antonious’u, sürecektir uzaklara; yani dosdoğru hiçliğe…
Hiçliğin içine
kendimizi fırlatmadan evvel Antonius’un, sorularına cevap aradığı kurumları, hayat
tarzlarını mercek altına almanın, bileşenlerine ayırmanın cevapların niçin
mutlak olmadığını ve üretilen çıkış yollarının aslında beraberinde birtakım
çelişkileri de getirdiğini yakalayabilmek açısından önemli olduğunu düşünüyorum.
Kilise mesela.
Veba’yı Tanrı’nın günahkar ve şehvet dolu insanlar üzerindeki laneti addeden
kurtuluş reçetesini biteviye ibadet, tövbe, istiğfar ve nefsi öldürmede gören
fakat bir türlü Tanrı’nın merhamet vechesini göremeyen, göstermeyen kilise…
Bergman’ın çizdiği kilise tanrısı trajikomik bir biçimde belki de tanrılıktan
en uzak mesafede durandır, en profanlaşan, dünyevileşen ve maddeleşen. Filmdeki
bakış açısıyla ifade etmek gerekirse insanların varoluş korkularını suistimal
eden ve bu korkuları bir şekilde kendisine kanalize eden kilisenin bazı kişilerin diğerleri
üzerinde iktidarlarını tahkim etmesine yarayan korku imgesinin adıdır Tanrı.
Malesef filmde resmedilen kilise, Antonius’un metafizik fikriyatına müdahale
edebilecek derinlik ve anlayıştan fersahlarca uzaktır.
“Bir kafatası, çıplak bir kadından
daha ilginçtir, düşünürler ve düşündükçe
daha da korkarlar.
Sonra da rahiplere koşarlar.”
Peki, dünya
hayatını mütemadiyen nehyeden “memento mori” telakkisinin karşısında konumlanan
ve hayatın her anını olumlayan Jof, şovalyenin sorularına bir cevap üretebildi
mi? Jof’un hiç öyle bir derdi olmadı ki. Onun felsefisi “ben varken ölüm yok
ölüm varken ben yokum” şeklinde özetlenebilir. Bununla birlikte söz konusu
yöneliş disiplinli bir “felsefi” süreçten de geçmemiştir. O hep öyleydi ve ölüm
onu gelip alıncaya kadar sevgi ve coşkuyla yaşayacaktı. Filmin belki de felsefi
açıdan en ipucu verici kısmı Jof’un Bakire Meryem ve İsa’yı görmesiydi. Ahlakı
düşünmeden ahlaki yaşayış ve sevgi merkezli bir hayatın Bergman tarafından dini
bir simge ile taçlandırılışı Bergman filmografisinde dünyevi sandığımız
şeylerin aslında uhrevi yorumlara da açık olduğunu gösterir.
“Burada sen ve kocanla otururken, tüm
bunlar gerçekliğini kaybediyor,aniden önemsizleşiyor.Bu anı hep hatırlayacağım,
sessizliği ve alacakaranlığı yaban çileklerini, süt çanağını,akşam ışığında
yüzlerinizi…”
Ne olursa olsun,
şovalye sadece imrenmesiyle kalır zira ruhunda azıcık felsefi zehir taşıyan
birinin, katıksız haz eksenli düşüncenin ölüm karşısındaki naifliğini idrak edememesi
neredeyse imkansızdır.Bergman adım adım sürükler onu ölüme. Ne reddeder
tanrısını ne de canıgönülden inanır ve son ana dek arafından kurtarmaz onu.
“İçimdeki Tanrı'yı neden öldüremiyorum O'nu
kalbimden atmak istememe ragmen?.”
Bergman rahatsız edici
bir kişiliktir;o, günün telaşı ve koşuşturmacası içerisinde olanların, her
seferinde farklı bir maskeye bürünüp mola vermeden yolculuk edenlerin, kısaca
yalancıktan yiyenlerin içenlerin ve sevişenlerin rahatını kaçırmak ister ve
başarılı da olur – eğer Bergman filmlerini izleyenlerin zaten rahatsız
kişilikler olduğunu söylersek orası ayrı tabii.
Yahut paradoksal bir biçimde ömrü boyunca soru sorup hiçbirinin de cevabını alamayan varlık sancısının kronikleştiği, gülümseme kaslarının paydos ettiği kişiliklere Jof ve Mia gibi yaşamasını, akıp giden her saniyenin idrak edilmesini ve lügattan ölüm tanrı gibi kavramların silinmesini mi salık verir? Bergman’da sorular boldur cevaplarıyla birlikte fakat cevaplar da subjektif inanca dayalı ve dayanaksızdır. Her yöneliş sisli, varlık sancısına karşı giyilen her kostum yamalıdır. Hiçbir beylik cümle nihai değildir, azıcık eşelendiğinde çelişkiler hemencecik su üstüne çıkıverir çünkü. İbrahim
Çıkrıkçıoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder